Prof Dr Sayın Dalkıran

MADDETEN TERAKKİ

İslam’ın hedefi Allah’ın gerçek bir kulu olarak insanı maddeten ve manen terakki
ettirmek, insanın şuurlu bir hayat yaşamasını temin etmektir. Zira insanın iki yönü
bulunmaktadır ve İslam’ın bunlardan herhangi birini ihmal etmesi mümkün değildir. Çok
meşhur olan ve bazılarınca hadis olduğu da ifade edilen “hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya
hemen yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalışmak” prensibi bile konumuz açısından çok
önemlidir. Kaldı ki ameller noktasında şu iş dünyaya, şu iş de ahirete bakar demek mümkün
değildir. Zira din ve dünya kesin hatları ile bir birinden ayrılmaz. Din dünyevi işler
konusunda bir takım kurallar ihdas ederken, hedefte bulunan ebedi saadetin kazanılacağı yer
de dünyadır. Bunlar nasıl bir birinden ayrı düşünülebilir? Dini yalnızca kişisel bir tercih
olarak değerlendirip, şahsa mahkum etmek hiç mi hiç doğru değildir. Zira din insanlar arası
ilişkilerde, beşikten mezara bir kısım kaide ve kurallar getirmiştir ki, insanın sanatkarı olan
Zât bu emir ve tavsiyelerle onun mutluluğunu temin etmiştir.
Evet insan çalışacak ve üretecek, mal mülk sahibi olacak, yeri gelecek zengin olacak
ve varlığını, birikimini sadece kendisi için değil diğer Müslüman kardeşleri ve sair insanların
saadetleri için de harcayacak. Her bir mümin de kendisine düşen azim ve gayreti gösterecek
ve bir başkasına ya da başkalarına muhtaç olmamak üzere gayret edecek. Zira önderi ve
rehberi olan Zat “veren el alan elden üstündür” buyurmaktadır. Üstün olmak için de sürekli
çalışmalı, çabalamalı ve veren el olmaya bakmalıdır.
Dini mükellefiyetlerden biri de i’lâ-yı kelimetullahtır, yani Allah’ın kelamını, iman ve
Kur’ân hakikatlerini yüceltme, bildirme ve yayma görevidir. Özellikle asrımızda bunu
gerçekleştirmenin çok önemli yollarından biri de maddeten terakki etmektir. Zira yabancılar
fen ilimlerinde ve sanayide çok ileri gittiklerinden dolayı fen ve sanayi silahıyla
Müslümanları manen ve maddeten baskı altına alıp, ezmektedirler. Bu itibarla Müslümanların
yapması gereken fen ve sanat silahını kuşanıp i’lâ-yı kelimetullahın en dehşetli düşmanı olan
cehalet, yoksulluk ve ihtilafa karşı cihat etmesidir. Ancak medenilere karşı üstün gelmek
aklen ve ilmen ikna iledir. Söz anlamayan vahşilerde olduğu gibi zorla ve kaba kuvvetle
değildir.
Gerçek anlamda İslamiyet araştırıldığında görülecektir ki, İslam’ın getirdiği umdeler
hem maddeten hem de manen ilerleme istidadına sahiptir. Bunlardan maddeten terakkiye

kısaca bakacak olursak olayları saptırmadan olduğu gibi yazan hakiki ve gerçek tarih
İslamiyetin ne denli gelişmeye, terakkiye açık olduğunu, teşvik ettiğine şahitlik etmektedir.
Rusları mağlup eden Japon Başkumandanı Togo Heihaçiro İslâmiyet ile alakalı şu
değerlendirmelerde bulunur: Müslümanlar, İslam hakikatinin kuvvetine ve Müslümanların da
o hakikate uygun hareket etmelerine bağlı olarak medenileşip ilerlemiş olduklarına tarih
şahittir. Her ne zaman İslamiyet’ten ellerini gevşetmişler ve İslam’ın hakikatlerine uymakta
zaafa göstermişlerse vahşete düşmüşler ve gerileyerek hercümerç içinde çeşitli belalara,
sıkıntılara düşmüşler ve düşman karşısında mağlup olmuşlardır. Yani dinlerine sarılmaları
ölçüsünde ilerlemişler, zafiyet gösterdikleri oranda da gerilemişlerdir. İslam’ın dışındaki diğer
dinlerde ise durum tam tersidir. O dinlerin müntesipleri dinlerine ne derece bağlılık
göstermişler ise gerilemişler, ne zaman dinlerinden uzaklaşmış iseler ilerlemişlerdir. Tarih bu
gerçeğin en önemli bir şahididir.
Kur’ân’daki âyet sayısı altıbin küsurdur ve bu ayetlerden yaklaşık bin adedinde akıl ve
aklın verisi olan bilimden söz edilmektedir. Madem ki, akıl bu kadar önemlidir ve Kur’ân da
bu hususta Müslümanları, inananları sürekli olarak çalışmaya teşvik etmektedir, öyle ise
gereği yapılmalıdır. Dünya neden sadece kâfirlere cennet olsun da müminlere cehennem
olsun. Müminler de eğer dinlerinin icabını yerine getirirler ise, o zaman bu dünyayı da cennet
haline getirebilirler. Bu haliyle müminin mükafatı hem dünyada hem de ahirette olacaktır.
Zira inanıp, iyi iş yapanların, helal ve haramı gözetenlerin yaptıkları iş helal olmak şartıyla
âhiret hayatlarına da bir kazanç olarak kabul edilecektir. Mümin olmayanların çalışmalarının
karşılığı sadece dünyada verilir iken, müminlerin ise hem dünyada hem de cennet suretinde
verilecektir.
“Dünya müminin cehennemi, kâfirin ise cennetidir” şeklinde olan rivayet ise şöyle
değerlendirilmektedir: Dünya ne kadar meşekkatli, zor ve elemli olsa da Cennetle kıyas
edildiğinde adeta cehennem gibidir. Tam tersi dünya ne kadar güzel, sıkıntısız, elemsiz,
kedersiz ve mükemmel de olsa cennete nisbeten cehennem gibidir. İşin bu yönüne de bakmak
lazımdır. Ancak yine de Müslümana düşen cehaletten kurtulup bilim silahını kuşanıp, fakr u
zarureti uzaklaştırıp, bir de aralarındaki ihtilafı giderip ittifak ederek dünyayı da cennet haline
getirebilirler.
Bugünkü acınacak halimiz, pür melalimiz hiçbir şekilde dinden ve dini
inançlarımızdan kaynaklanmamaktadır. Suçlu ve bahane bulunacak ise bu hiçbir şekilde İslam
değil, dini yanlış anlayan Müslümanın ta kendisidir. Müslümanın kendi halini tekrar gözden
geçirmesi, Allah’ın ve Peygamberinin emrettiği şekilde aklı, bilimi, çalışmayı öncelemesi
mutlak zarurettir.FERÂSET VE FERÂSET SAHİBİ OLMAK

Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
Yüce Yaratıcımız insana farklı kabiliyetler vermiştir. Bunlardan biri de ferasettir.
Ferâset kelimesi Arapça olup, zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir
kimsenin ahlak ve kabiliyetini yüzünden okumak anlamlarındadır. Sözlükte “keşif,
algılama ve ileri görüşlülük” anlamına gelen ferâset kelimesi, dar anlamda bir kişinin
görünüşüne bakarak ahlakı ve karakteri hakkında tahminde bulunmayı ifade eder. Daha
geniş anlamda akıl ve duyu organları tarafından bilinemeyen, ancak sezgi gücüyle
ulaşılabilen tüm bilgi alanlarını kapsar. Ferâsetin bir çeşidi, sebebini anlamadan ve ilham
eseri olarak vücuda gelen seziştir. Bir diğer çeşidi ise, kesbî olup muhtelif huy ve tabiatları
bilmenin sonucunda meydana gelir.
Şüphesiz ki bu farklı bir yetenektir ve Allah’ın bazı kullarına ister lütuf eseri isterse
çalışmasının sonrasında verdiği bir kabiliyettir. İnsan bir kısım yeteneklerini işletir ve
Allah da ona lütuf olarak farklı bir kabiliyet sunar. İnsanların ekserisinde ferâsetin farklı
yansımaları bulunabilir. Herkeste az çok ilerisi ile alakalı olarak bir şahıs, bir zümre, bir
fırka, bir parti hakkında bir takım öngörülerde bulunabilir ve doğru da çıkabilir. Ancak
ferâset daha başkadır, zira ferâseti ile kişi kararlarında çok daha isabet edip, hata etmez.
Tarihte ferâseti bir ilim dalı olarak temellendirmeye çalışanlar olmuştur. Onlara
göre bir kimsenin fizikî yapısına yani boyuna, rengine, çeşitli organlarının yapısına, el ve
yüz hatlarına bakarak onun ahlâk ve karakterini teşhis etmek mümkündür. Bundan dolayı
ilk ve orta çağlarda hükümdarlar, kendilerine görev verecekleri kimselerin seçiminde bu
ilmin verilerinden yararlanmak istemişlerdir. Tarihi olarak geçmiş ümmetlerde bulunan bu
durum, İslam Tarihi boyunca da bir takım İslam alimleri tarafından da kullanıldığı
olmuştur. Hatta bu konuda eserler kaleme almışlardır.
Genellikle keskin bir zekâ ve üstün sezgi gücüne sahip olan kişilerin sıkı bir perhiz
ve çile sonucu ruhî ve fikrî yönlerini güçlendirerek ferâset sahibi olmalarının mümkün
olduğu ifade edilir. “Riyâzî ferâset” denilen bu tür ferâsetin müslümanlarda olduğu gibi
gayri müslimlerde de bulunabileceği de söylenir. Ancak bu yeteneğin Allah dostları olan
velilerde çok daha fazla ileri seviyede olduğu görülmektedir. Ferâset sahibi bir Müslüman
muhatabı hakkında isabetli teşhis koyar, onu her yönüyle tanır, aklından geçeni ve kalbinde
gizlediği hususları Allah’ın inayeti ile bilir. Tasavvufta velîlerin ferâsetinin hiç
şaşmadığına veya hata payının çok az olduğuna inanılır. Aslında ilhamdan ibaret olan
ferâseti keramet gibi Allah’ın sevdiği kuluna bir lütfu olarak görmek gerekir.

Allah Rasulü (s.a.v.), bir hadisinde “Müminin ferâsetinden sakının!. Çünkü o
Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 16) buyurmaktadır. Şüphesiz
Rasulullah söyledi ise doğru söyler. Zira ondan bir yalan, doğru olmayan bir söz sadır
olmaz.
Her bir insanın hata edebileceği gibi şüphesiz Müslüman olan bir kişi de yanlış
yapabilir. Tek tek bakıldığında hata etme şansı yüksektir. Ancak konuyla ilgili farklı
kimselerin, alanın mütehassıslarının görüşlerine başvurulduğunda ise hata şansı en aza
iner. Bu yüzden Efendimizin “istişare eden yanılmaz” şeklindeki tavsiyesi çok önemlidir.
Ayrıca Rabbimizin de “Onların işleri istişare iledir” ve “onlarla meşveret et” şeklindeki
emir ve tavsiyeleri dikkate alındığında danışmanın, tek başına hareket etmemenin önemi
bir kat daha artmaktadır.
Bir husus daha vardır ki o da Hz. Peygamber’in ümmetinin asla dalalette ve
sapıklıkta birleşmeyeceği, “Ümmetim asla dalalet üzerinde birleşmez. O halde
cemaatin içinde kalmaya dikkat edin. Çünkü Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.” (Zevaid,
5/218) hadisi ile beyan edilmektedir. Bu hadisten anlaşıldığına göre ve yukarıda sözünü
ettiğimiz ayet ve hadisler nazar-ı dikkate alındığında, tek tek ve parça parça değil ancak
ekseriyet ile ve bütünü ile bu ümmet asla dalalette ittifak etmeyecekleri sonucuna
varılabilir.
Müslümanlar çoğunlukla ya da toplu bir vaziyette asla yanlış üzerinde birleşmez.
Zira Allah onlara ferâset gibi bir yetenek bahşetmiştir. Her ne kadar fert bazında birtakım
hataları olsa da toplu halde verdikleri kararlarda Allah’ın izni, inayeti ve lütfu ile yanlış
karar vermezler. Son olarak şu ayetin mealini vererek yazımıza son verelim: “Ey iman
edenler! Şayet Allah’dan ittika ederseniz, o size furkân (hem zahir, hem batında hak olanı
olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir.” (Enfâl, 29)
Sûfîlere göre nefsin bayağı arzularına karşı koymak, haram ve şüpheli şeylerden
kaçınmak, Hz. Peygamber’in sünnetini bir hayat tarzı olarak benimseyip ona göre yaşamak
insanın ferâset sahibi olmasını sağlar. Dolayısıyla bu tür bir hayat yaşamayanların ferâseti
makbul sayılmamıştır.

MÜMİNE KARDEŞİNE KARŞI KİN, ADAVET VE HASETTEN UZAK DURMAK

PROF. DR. SAYIN DALKIRAN

Bir önceki yazımızda mümin kardeşine karşı bir Müslümanın kin tutması, ona düşmanlıkta bulunmasının ne derece yanlış olduğundan söz etmiş ve bu konuda farklı üç prensipten söz etmiştik. Bu yazımızda da bir kısım prensiplerle konuyu pekiştirmek istiyoruz. Ondan da önce müminleri kardeş ilan eden Allah’ın şu âyetlerini verelim: “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan Sûresi, 25:72); “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Teğabün Sûresi, 64:14).

İnsanların ve bütün mevcudatın Rabbi olan Allah müminlerden sözde bir kardeşlik değil, özde bir kardeşlik istemektedir. Bu kardeşlik sadece karşılıklı bir menfaat olduğunda değil, yalnızca iyi günde değil, karşıdaki mümin kardeşi kendisine karşı yanlış yapsa da, kusur işlese de hatta bir takım galiz ifadelerde bulunsa da devam edecektir. Zira iki mümini bağlayan bağlar küreleri bir birine bağlayabilecek nitelikte sağlam nurani bağlar olup, onun karşısında yapılan yanlışlar ve ayrılık noktaları örümcek ağı gibi son derece zayıftır. Bu itibarla yanlış yapanlara düşmanlık değil, sadece acımak ve onların ıslahına çalışmak gerekir. İnsanın tabiatı gereği kişi hasmını mağlûp etmek isterse, fenalığına karşı iyilikle mukabele etmelidir. Zira, eğer kötülüğüne kötülükle karşılık verilir ise, husumet iyice artar. Görünüş itibariyle mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar ve düşmanlığı devam eder. Eğer iyilikle mukabele edilirse, karşıdaki pişman olur ve sonuçta dost olur.

Müminin bir özelliği de kerîm olmaktır. Genel yapı olarak insan da ihsanın kölesi olunca, yapılan ihsan ile karşıdaki kişinin kalbi fethedilmiş olur. Görünüşte kötü bile olsa iman yönüyle kerimdir. Halkın arasında yaygın olan şu söz gerçekten çok önemlidir: “Fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vaki olur.”

Kalbinde kin ve düşmanlık taşıyan kimse aslında karşıdaki şahıstan ziyade, başta kendi kendisine kötülük yapar. En çok rahatsızlığı da iç aleminde, aklında, kalbinde ve ruhunda hisseder. Bu durum devam ettiği sürece bu rahatsızlığı bedeni hastalığa da yol açar. Zira maddi hastalıkların pek çoğu insanın ruh, kalp ve aklının rahatsızlığından kaynaklanmaktadır. Mesela çok yaşanan bir durumdur ki, kişi bir konuda canı sıkılsa, sinirleri bozulsa, aklını bir şeylere taksa hemen peşinden midesinde yanmalar, ekşimeler ve ağrılar belirir. Hekim olmadığım için tıbben konuyu teferruatı ile izah edemem, ancak bunu şahsi tecrübelerim ve etrafımdaki insanlardan yaptığı gözlemlerim doğruluyor.

Kişi düşmanlık beslediği bir kimsede farklı nimetler gördüğünde iç aleminde kıskançlık elemi çeker ve böylece kendi kendine zulmeder. Bilinmektedir ki haset, başkasının sahip olduğu maddî veya mânevî imkânların kendisine intikal etmesi veya kıskanılan kişinin bu imkânlardan mahrum kalması yönündeki istek ve niyeti ifade eder. Kişinin düşmanlığı eğer bu anlamdaki hasetten kaynaklı ise bu bütün bütün kendisine azaptır. Zira haset öncelikle haset etmekte olan kişiyi ezer, mahveder ve yakar. Bu arada haset edilen kişi bütün bunlardan uzak herhangi bir zarar görmez ya da çok az etkilenir. Asıl zarar haset eden kişide görülür. Hz. Peygamber (s.a.v.) şu hadisi ile hasedin kişiye ne kadar zarar verdiğini gösterir: “Haset etmekten sakının. Zira, ateşin odunu (veya otları) yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 44).

Madem haset bir mümin için bu kadar zararlı bir şeydir, öyle ise ondan kurtulmanın çarelerini aramak gerekir. Bunun çaresi şudur: Haset eden kişi bilmelidir ve düşünmelidir ki, hasette bulunduğu dünyevi şeyler sonuçta ister güzellik olsun, ister makam ve mevki olsun, ister mal, mülk ve servet olsun hepsi fanidirler ve yok olacaklardır. Uhrevi konularda ise asla haset olamaz ve olmamalıdır. Kişi uhrevi hususlarda da hasette bulunuyor ise kişi ya kendisi riyakardır ahiret malını dünyada iken mahvetmek ister. Veya karşısındakini riyakar zanneder, haksızlık eder ve zulmeder. Haset eden kişi haset ettiği kişinin başına gelen musibetlerden memnun olduğu gibi elde ettiği nimetlerden de mahzun olur. Hatta o noktaya gelir ki düşman olduğu kişiye gelen nimetlerden dolayı kader ve rahmet-i ilahiyyeye küser. Adeta kaderi tenkit ve rahmete de itiraz eder. Halbuki kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Bir gün düşmanlığa değmeyen bir şeye bir sene kin tutmayı ve düşmanlık etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar? Durum böyle olmakla birlikte ilk olarak kişi mümin kardeşinden kendisine gelen bir kötülüğü bütünüyle ona vermek yerine kaderin de bir hissesinin olduğunu düşünmelidir. İşin içinde kader olunca tabii ki kadere de rıza gerekir ve böylece rahatlar. Düşmanlık sona erer, ya da en azından son derece hafifler. İkinci olarak da adavette bulunulan mümin için nefis ve şeytanın paylarını da düşünerek, düşmanlık yerine ona acımalı ve onun da pişman olacağını ümitle beklemelidir. Üçüncü bir şey de kişi nefsinde görmediği ve görmek istemediği kusurlarını görmeli ve bir hisse de ona vermelidir. Bütün bunlar yerine getirildikten sonra düşmanlık namına az bir şey kalır ki onu da hasmı affetmekle tamamen bitirir. Böylece hem karşıdakine hem de kendi nefsine zulmetmekten kurtulur.  Aksi takdirde sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi beş paraya değmeyen fani, geçici ve önemsiz dünya işlerini sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi müthiş bir hırsla ve bitmeyen bir kinle ve düşmanlıkla karşılık vermek tam bir zulümdür, sarhoşluktur ve divaneliktir.

Eğer kişi kendisini severse ki sever öyle ise şahsi hayatına bu kadar zararlı olan düşmanlık ve intikam düşüncesine kalbinde yer vermemelidir. Ola ki kalbine istemeden girmiş ise onun sözünü dinlememelidir. Konuyla alakalı şair Hafız-ı Şirazî şöyle der: “Dünya öyle değerli bir şey değildir ki üzerinde kavgaya değsin.” Çünkü dünya fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın küçük işlerinin ne kadar önemsiz olduğu anlaşılır. Aynı şair bir başka sözünde Hafız-ı Şirazî şöyle demiştir: “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.” Hafız’ın bu sözü gerçekten son derece isabetlidir ve genel anlamda insanların mutluluğu da buna bağlıdır.

Sonuç olarak kişi kendisini sever ve kıymet verirse diğer mümin kardeşine karşı daha müsamahalı olmalı, en küçük bir hatasından dolayı onu hayatından silmemeli, kalbinde düşmanlık, kin ve hasede yer vermemelidir. Tersi olduğunda karşısındaki kişiden çok kendisi kalben, ruhen çok daha zarar çekeceği, bunların sonrasında da bedeni bir kısım hastalıklara da tutulabileceği asla akıldan çıkarmamalıdır.

ERKEN DÖNEM MEZHEPLEŞME HAREKETLERİ VE EHL-İ SÜNNET

Prof. Dr. Sayın DALKIRAN

Hz. Muhammed (sav) zamanında her hangi bir mezhep, tarikat ve cemaat benzeri bir yapılanma yoktu ve olması da düşünülemezdi. Zira Hz. Peygamber Efendimiz hayatta idi ve her türlü problemi çözüme kavuşturuyor ve zaman zaman meydana gelen tartışmalara müdahele ile son veriyor idi. Tabii ki ihtilafların devam etmemesi ve derinleşmemesinden dolayı da bir mezhebin vücut bulması mümkün değildi. 

İnsanların ihtilaf etmesi kadar normal bir şey yoktur. İhtilaf varsa sonuçta mezheplerin meydana gelmesi de kaçınılmazdır. İhtilaf nedenlerinden başlıklar halinde kısaca söz edilmesinin yararlı olacağını düşünmekteyiz. Bu ihtilafları da iki kısımda mütalaa edebiliriz. Birincisi tüm insanlık açısında insanların neden ayrılığa düştükleri; ikincisi de özelde Müslümanların neden ihtilaf ettikleridir.

İnsanların neden ihtilaf ettikleri ile alakalı olarak Muhammed Ebu Zehra’nın başlıklar halinde tespitleri şunlardır: 

1-İhtilaf konusu olan meselelerin aslında çok açık olmayıp kapalı olması

2-Arzu, heva ve heveslerin ve mizaçların değişik olması

3-Branşların değişik olması

4-Eskileri taklit

5-Anlayış kabiliyeti ve algılama güçlerinin farklı oluşu

6-Liderlik sevdası ve başkalarına hükmetme arzusu

İfade edilen bu sebepler insanların geneli için geçerlidir. Sonuçta Müslümanlar da bu işe dahil olmaları nedeniyle onlar için de aynı şeyler geçerlidir. Fakat Müslümanlar artı olarak bir takım özel nedenler dolayısıyla ihtilaf etmektedirler. Bunlar ise yine tafsilata girişmeksizin sadece başlıklar halinde şöyle ifade edilebilir:

1-Irkçılık, kabilecilik

2-Hilafet anlaşmazlıkları

3-Müslümanların eski din mensuplarından birçoğuna komşu olmaları ve eski din sahiplerinden bir kısmının İslam’a girmeleri

4-Birçok kapalı meseleleri incelemeye girişmek

5-Çeşitli hikayeler

6-Metinlerden dini hükümler çıkarmak

Bu ve benzeri nedenlerden dolayı bir takım ihtilaflar zuhur etmiştir. Artık hayatta olmayan Hz. Peygamber’in yerini dolduracak bir otoritenin de bulunmayışı ile çıkan ihtilafların bir kısmı çözüme kavuşturulabilirken, bir kısmı ise büyüyerek devam etmiştir. Hz. Peygamber’in hayatının son zamanlarında ve ahirete intikali öncesi ve sonrasında meydana gelen ilk ihtilafları da kısaca hatırlamakta yarar vardır. Yine detayı anlatmaksızın ihtilafların neler olduğuna bir bakalım.

1-Hz. Peygamber (sav) hasta yatağında iken vasiyet yazdırmak üzere kalem kağıt istemesi üzerine çıkan ihtilaflar.

2-Hz. Peygamber, hastalığı esnasında azatlı kölesi Zeyd’inoğlu Üsame’yi bir ordunun teçhizi için görevlendirir. Peygamberimizin hastalığının şiddetlenmesi üzerine hemen gidip gitmeme konusu ile Peygamberimizin vefatı sonrasında da ordu komutanı olarak Üsame’nin devam edip etmemesi konusunda çıkan ihtilaflar.

3- Hz. Peygamber’in vefatı sonrasında bir kısım sahabenin O’nun ölüp ölmediği konusunda tereddüde düştükleri, Hz. Ömer’in bile “Kim Muhammed öldü derse onu şu kılıcımla öldürürüm, O İsa b. Meryem’in göğe yükselişi gibi semaya çıkmıştır.” dediğini işiten Hz. Ebu Bekir’in Kur’ân’danokuduğu âyet ile teskin ettiği bilinmektedir. Bu konu da küçük bir ayrılık olarak tarihte yerini almıştır.

4-Hz. Peygamber’in vefatı sonrasında onun nereye defnedileceği hususu da tartışmalı konulardan biri olup “Peygamberler vefat ettikleri yere defnedilir” hadisinin nakli ile ihtilaf giderilir.

5-Hz. Peygamber’in dâr-ı âhirete irtihali sonrasında bir takım kabileler zekat vermek istememişlerdir. Bu kabilelere Hz. Ebubekir’in savaş açmak istemesi üzerine bazıları buna itiraz etmişlerdir. 

6-Çeşitli harplerde hâfızların ölmesi sonrasında Hz. Ömer’in Kur’ân’ı kitap halinde toplanması teklifi üzerine de bir kısım tartışmalar yaşanmıştır. 

7-Fedek arazisinin Hz. Peygamber’in vefatı sonrasında Hz. Fatıma’ya miras olarak kalıp kalmayacağı hususu da tartışılmıştır.

Yukarıda zikri geçen ihtilafların pek çoğu o gün konuşulmuş, tartışılmış ve en güzel bir sonuca kavuşturulmuştur. Artık onlarla ilgili konular ilerleyen yıllarda ve asırlarda tartışılmamış ve olduğu gibi kabullenilmiştir. Ancak Hz. Peygamber’in vefatı ile birlikte en önemli iş kimin halife olacağı ile alakalı idi. Sonuçta Hz. Ebu Bekir halife seçilmiştir ancak tartışması hala bitmiş değildir. Özellikle Şiiler tarafından ortaya atılan bir takım iddialar ve düşünceler hala problemi canlı tutmaya devam etmektedir. Ondandır ki en önemli ihtilaf hilafet / imamet konusunda olup, Şîa için bir inanç konusu olurken, Ehl-i Sünnet açısından her ne kadar inanç esaslarından biri olarak telakki edilmese de ister istemez kelam konularının içine zorunlu olarak sokulmuştur.

Hz. Ebu Bekir ve Ömer zamanında herhangi bir ciddi ihtilafa rastlanmaz. Hz. Osman zamanında ise ilk altı yıl sakin ve problemsiz iken, son altı yıl tartışmaların ve huzursuzlukların kendisini gösterdiği bir dönem oluştur. Bundan dolayıdır ki, hilafetinin ilk altı yılı iyi idare, son altı yılı ise kötü idare olarak ifade edilir. Biz bu yazımızda Hz. Osman’ın hilafeti zamanında tartışılan konuların ve hangi hususlarda rahatsızlık duyulduğundan söz etmeyeceğiz. Ancak tarihin verdiği bilgilerden yola çıkarak Hz. Osman’a atfedilen bir kısım yanlışların yanında “neden gözün üzerinde kaşın var?” ve “maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmek” kabilinden bir kısım itirazlar da vardır. Hz. Osman farklı İslam ülkelerinde vücuda gelen ya da varmış gibi lanse edilen bir takım fitne hareketlerini durdurmak için ciddi faaliyetlerde bulunmuş, müfettişler göndermiş ve valilerini Medine’de toplamış ve onlarla istişarelerde bulunmuştur. Ancak fitnenin fitili ateşlenmiş ve gün geçtikçe artarak devam etmiştir. En sonunda Hz. Osman’ın şehadetine yol açmıştır. Hz. Osman’ın şehadeti fitne ateşini söndürmemiş bilakis iyice alevlendirmiştir. 

Hz. Osman’ı şehit eden isyancı grupların kılıçları gölgesinde Hz. Ali halife seçilmiştir. Onun halife seçilmesi de fitneyi durduramamış ve bu sefer başka sıkıntılar zuhur etmiştir. Hz. Osman’ın katillerininin cezalandırılmasında ayak süründüğü gibi bir algıya sahip olan Hz. Aişe ile Muaviye, Hz. Osman’ın akrabası olduğu gerekçesini de öne sürerek katillerinin cezalandırılmasını talep ederler. Muaviye bu konuyu bahane göstererek Hz. Ali’ye beyat etmekten kaçınır. Sonuçta Cemelve Sıffin savaşları cereyan eder. Bu savaşlar iki sahabe grup arasında olurken, içlerindeki aşere-i mübeşşerenin de bulunmuş olması manidardır. 

Bu savaşlarda ölen ve öldürenlerin durumlarının ne olacağı, cennetlik ya da cehennemlik olup olmadıkları, bu istikamette büyük günah işleyen kimselerin mümin kalıp kalmayacağı, ahiretteki durumlarının ne olacağı gibi sorular kendiliğinden ortaya çıkmış ve cevap bulunmaya çalışılmıştır. Sıffin Savaşı sonrasında dini ya da siyasi gerekçelerle Hz. Ali’yi terk ederek farklı bir grup oluşturan Hariciler, İslam tarihindeki ilk ayrılığı, ilk mezhepleşmeyi temsil eder. Bu görüş mensuplarına göre Hz. Ali de Muaviye de ve onlara tabi olanlar da bir birlerine kılıç çekmekten ve bir beşeri hakem tayin etmekten dolayı büyük günah işlemişlerdir. İşledikleri büyük günah neticesinde de kâfir olmuşlardır. Onlar, Hz. Ali’ye tevbe edip tekrar Müslüman olduğu taktirde tekrar onunla yan yana savaşmaya hazır olduklarını söylerler. Hz. Ali ise küfre girecek bir şey yapmadığını, Kur’ân’ın insanların lisanları ile konuştuğunu ve insanların hakem tayin edilmesi ile kâfir olunmayacağını, dolayısıyla da işlemediği bir suçtan dolayı tevbe etmeyeceğini söyler. Bunun üzerine Hz. Ali’yi tamamen terk ederler ve Hz. Ali ile savaşa girişirler. Hz. Ali onlarla yapmış olduğu savaşlarda onları mutlak olarak mağlup etmesine rağmen daha sonra bir Harici tarafından şehit edilir. Hatta onu şehit eden Abdurrahman b. Mülcem’i kahraman ilan ederler ve o günü kendilerine göre kutlarlar. 

İslam ülkelerinde tam bir terör havası estiren Hariciler, pek çok Müslümanın kanına girerler. Kendilerinden olmayan herkesi kafir olarak nitelerler ve her kafirin kanının da helal olduğunu düşünürler. Bu yönleri ile Müslüman halkın korkulu rüyası haline gelmişlerdir. Emeviler döneminde Emevihalifelerini en çok uğraştıran, meşgul eden Harici meselesidir. 

Haricilerin önüne geleni küfürle ittiham etmesi, tekfirde bulunmaları ister istemez karşı düşünceyi doğurmuş ve onlara göre de bir kimse inandıktan sonra ne yaparsa yapsın, hangi günahı işlerse işlesin, farzları terk ederse etsin, hatta dili ile farklı bir dine mensup olduğunu söylerse söylesin o kimse mümindir.  Böylesi bir kimseye günahları asla zarar vermez.Bu grup Mürcie olarak adlandırılmıştır.

Bir tarafta günah işleyenlerin kâfir olduklarını söyleyen bir fırkanın karşısında günahları hiç önemsemeyen bir grup oluşmuştur. Biri ifratta iken diğerisi tefritte olan iki ayrı düşünce ekolü vücut bulmuş oldu. İş burada da kalmadı.Büyük günahla alakalı görüşlerin doğru olup olmadığı ve büyük günah işleyenlerinin durumunun ne olacağı şeklinde Hasan el-Basri’ye bir soru yöneltilir. Hasan el-Basrî’nin bu soruya henüz cevap vermeden onun ders halkasında yer alan Vasıl b. Atâ şöyle cevap verir: “Bana göre büyük günah işleyenler ne mümindir ne de kâfirdir. Onlar ikisinin arasında bir yerdedir.” Bu sözden sonra Hasan el-Basri’nin ders halkasını terk eder. Her ne kadar Mutezile’nin teşekkülü sadece bu olaya dayandırılamaz ise de itizal sözü burada geçmiş ve bu fikirlerinin bu istikamette geliştirilmesi ile de yeni bir fırka doğmuştur. Yeni Fırka olan Mutezile’ye göre büyük günah işleyen kimse tevbe etmeden ölürse ebedi cehennemliktir ve şefaat diye bir şey de yoktur. 

Doğuşu itibariyle tamamen siyasi olan Şiilik de itikadinoktada imamet hariç Mu’tezile gibi düşünür ve inanır. İmameti inanç esaslarından biri olarak düşünen ve kelam kitaplarına yerleştiren Şîa’ya göre imamlara peygamberlere benzer özellikler yüklenirken, üstün vasıflarla donatılmış olan bu imamlara inanmayanlar Müslüman sayılmaz. Hatta Hz. Peygamber’in vefat sonrasında Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Fatıma ve Hz. Ali taraftarı olduklarını söyledikleri 10-12 kişi mümin olarak kalırken diğerleri irtidatetmişlerdir, yani dinden çıkmışlardır. Şîa’nın zuhuru ise Hz. Hüseyin’in intikamını almak adına ortaya çıkan Muhtar es-Sakafi olayından da sonradır. Şiilerin iddia ettikleri gibi asla ne Hz. Peygamber dönemi, ne Hz. Ali dönemi ne de Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dönemleri değildir. 

Bu arada sözünü ettiğimiz Havaric, Mürcie, Mutezile ve Şîa’nın pek çok alt kolları bulunmakta ve kendi iç bünyeleri içerisinde ayrılığa düşmektedirler. Bunların dışında da İslam Düşünce Tarihi’nde zuhur eden ancak bunlar kadar isimlerini duyuramamış irili ufaklı farklı fırkalar bulunmaktadır. Bizim bu yazımızda maksadımız bu mezhepleri detayları ile anlatmak değildir. Bilinmelidir ki Müslümanların çoğunluğunu oluşturan ve İslam’ın ana bünyesini teşkil eden kesim ilk zamanlarda Ehl-i Hadis olarak bilinmekte idi. Söz konusu ettiğimiz ve benzeri diğer fırkaların Kur’ân ve Sahih Sünnet’e aykırı olan ve yayma gayreti içinde oldukları yanlış düşüncelerinin reddedilmesi ve doğruların ifade edilmesi gerekiyordu. İşte bu ana bünyeden bir kısım önde gelen ve meselelere vakıf olan kimseler ileride ehl-i bida ve ehl-i dalâlolarak nitelendirilen kimselerin yanlışlarından Müslümanları korumak adına makaleler kaleme aldılar ki bunlara makâlâtdenilmektedir. İlk makâlâtlardan biri de İmam Eşarî’ye aittir. Eşarî farklı mezheplerin görüşlerini toplamış ve objektif bir tarzda ele almıştır.

İlk dönemde ehl-i hadîs olarak isimlendirilen ve Müslümanların ekseriyetinin kabul ettiği ve ana bünye ve temel görüş olan bu ekole farklı isimlendirmelerin yanında genel itibariyle Ehl-i Sünnet denilmiştir. Ehl-i Sünnet’indoğuşundan değil edebiyatının oluşumunda söz edilebilir. Zira “Ehl-i Sünnet Hz. Peygamber (sav) ve sahabenin yolunda gidenlerdir.” şeklinde tanımlanır ki, ilk dönemden itibaren gelen fikir, düşünce, inanç ve eylemleri ifade eder. Şüphesiz ki Emevilerin son zamanları ile Abbasilerin ilk zamanlarında edebiyatı teşekkül etmeye başlayan Ehl-i Sünnet, İslam’ın ana görüş ve düşüncelerinden ayrılan diğer fırkalar gibi bir fırka değildir. 

İslam’ı tam anlamı ile temsil etmekte bulunan Ehl-i Sünnet’inedebiyatının oluşmasında şüphesiz ki ehl-i bida fırkaların ortaya attıkları yanlış fikir ve düşüncelere verilen cevaplar büyük öneme sahiptir. Mesela Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’i ve muhaliflerini “İtikad-ı zâhir ile sünnet üzere hareket eden, Resulullah (s.a.v.)’in cemaatı (sahabesi) yolunda gidenlere Ehl-i Hakk ve Ehl-i Sünnet denir. Bu yola muhalefet edip, zâhiri terk edenlere tâife-i muhalifin adı verildiği gibi, Ehl-i Bid’at ve dalâlet dahi denilmektedir.” Diyerek ifade eden Kemal Paşa-Zâde Ehl-i Sünnet’in itikadı ile alakalı özetle şöyle der:

“Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Kelâmcıları’nın itikatları şöyledir: Allah’ın zatının ve ezelî sıfatlarının birliğini söyleyen, bunları inkar etmeyen, Muhammed (s.a.v.)’in şerîatinin kıyamete kadar devam edeceğini kabul eden, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın görülmesini câiz görmekle beraber, görmeğe hak kazandığı iddiasını ise doğru bulmayan, kıbleyi hakkı ile bilen; kıyameti, Cenneti, Cehennemi, Havzı, Mîzanı, Kabir sualini kabul edenler Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattır. Kim de bu din ve i’tikâd üzerine olursa, o sünnîdir. Kim de herhangi bir tarzda, ona karşı gelirse, o bid’atçıdır ve Ehl-i Sünnete muhalefet etmiş olur. Zira Ehl-i Sünnet, tevhid ve onun usul ve şartları konusunda ittifak etmişlerdir.”

Burada dikkat edilirse söz konusu edilenlerin tamamı ile alakalı Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna uygun olmayan ve aykırı olan inançlar verilerek reddedilmiştir. Bu yanlışların karşısında doğru inançlar zikredilmiş ve âyet ve sahih hadislerle ve ashaptan rivayet edilenlerle pekiştirilmiş ve büyük ölçüde akla da yer verilmiştir. Tabii ki bütün bunlar zikredilmekle kalmamış ve onların reddi nass başta olmak üzere aklın verilerine de müracaat ile uzun uzun izah edilmiştir. Böylece Ehl-i Sünnet’in edebiyatı oluşmuştur.

Kelam ve İslam Mezhepleri Tarihçileri tarafından da bilinmektedir ki, Ehl-i Sünnet Kur’ân ve Sahih Sünnet istikametinde kuralları belirlenmiş olup, diğer fırkalar gibi farklı bir mezhep değildir. Konuyla ilgili Muhterem Hocam Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri adlı eserinin giriş bölümünde yer alan şu ifadeleri konuyu çok güzel dile getirmektedir:

“…İşte bu ve benzeri daha pek çok sebepten dolayı biz, Ehl-i Sünnet’in İslâm’ın ruhuna tam anlamıyla nüfûz etmiş, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Nebeviyye’nin özüne ve gayesine en uygun esasların müdâfii ve muhafızı olmuş ana bünye, temel cereyan olduğu görüşünü benimsiyor ve onun, aslında bütünüyle İslâm’ı temsil etmekte bulunduğuna inanıyoruz. Bunun içindir ki, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaati bugün İslâm dünyasını bölüklere ayıran fırkalar gibi bir “fırka” olarak değerlendirmemek ve bu gözle ele almamak gerekir. Ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, İslam dünyasında vücut bulmuş fırkaların Kur’ân ve Sünnet’i kendi anlayışları ve temayülleri istikametinde açıklama gayretleri karşısında, İslâm’ın bütünlüğü için, Kur’ân ve Sünnet’in ikâmesi için, bu fırkalara doğruyu görüp göstermenin, din adına, Allah’ın buyurduğu es-Sırâtu’l-Müstakîm adına, zaruri vazifesi olduğuna inanmış ve böylece, diğer fırkalarca ele alınan görüşlere cevap mahiyetinde, tamamen Kur’ân ve Sünnet’e muvafık esaslar vazetmiştir. Bu vasfıyla onu, kısmen de olsa, büyük İslam topluluğunun Kur’ân ve Sünnet’e dayalı görüşlerini toplayan bir mezhep olarak vasıflandırabiliriz. Yalnız şunu tekrar hatırlatalım ki, buradaki mezhep tabiri, kesinlikle bir fırkalaşma olarak değerlendirilmemeli, sadece Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün, ashabın diliyle nakledilmiş “dosdoğru yolu”na uyan “Cumhûr”un görüşlerinin manzumesi şeklinde anlaşılmalıdır.”

Evet Ehl-i Sünnet diğer fırkalar gibi ana bünyeden kopan bir mezhep değil bizatihi ana bünyenin, ana gövdenin ta kendisidir. Bu itibarla İslam’ı layıkı ile temsil hakkı tamamen Ehl-i Sünnet’e aittir. Yukarıda sözünü ettiğimiz kitabının önsözünde Fığlalı Hocamızın ondördüncü yüzyıla girerken diğer fırka mensuplarına yaptığı şu çağrı çok ama çok önemlidir: 

“Kaldı ki bugün İslâm dünyasının, birtakım kopmalar, ayrılmalar ve zümreleşmelerden süratle uzaklaşması ve Rasûlullah (s.a.v.) zamanında olduğu gibi birlik ve bütünlüğe sımsıkı sarılması hayati bir zarurettir. Başka bir ifadeyle İslâm’ı, yani Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Nebeviyye’yimüdafaa ve muhafaza vazifesini asırlardır mukaddes bir emanet olarak üstlenen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat etrafında toplanmak, sanki bir emr-i İlâhîdir. Onun için, İslâm’ın ana bünyesinden kopan ve sapan zümrelerin, hiç değilse Hicret’in 15. Yüzyılında kendi nefis muhasebelerini yaparak tekrar ana bünyeye, Kur’ân ve Sünnet’in yılmaz muhafızı olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’a sığınmalarını ve ondört asırdır inatla sürdürdükleri ayrılığa son vermelerini gönülden temenni ediyoruz.”

Burada üzerinde durmamız icap eden bir husus vardır. EvetEhl-i Sünnet’in şemsiyesi çok geniştir ve asla küçük bahanelerle kendisi gibi düşünmeyen sair Müslümanları tekfire yeltenmez. Tekfir çok ağır bir sorumluluktur ve gelişi güzel kullanılacak bir durum değildir. Öyle ki kişinin tekfirini gerektiren doksan dokuz gerekçe olup sadece bir hususta Müslümanlığı bilinse o kişi asla tekfir edilerek İslam dışı kabul edilemez. Bu ve benzeri konularda yanlış yapan, düşüncelerinde hata edip kendisinin de Ehl-i Sünnet olduğunu iddia edenlerin hatası kendilerini bağlar. Asla Ehl-i Sünnet’inarı duru görüşlerini bulandıramaz. Hata yapan kimselerin yüzünden Ehl-i Sünnet’in umumi ve nurani caddesi asla karartılamaz. İfade ettiğim gibi hatalar kişilerin kendisine aittir ve onların hataları ile Ehl-i Sünnet’in geniş cemaati suçlu kabul edilemez.

Kişi bazında bile eğer kişinin iyilikleri kötülüklerinden fazla ise o kişi iyi, kötülükleri iyiliklerinden fazla ise o kişi kötü olarak bilinir. Bu tüm yapılanmalarda, zümrelerde, fırkalarda, cemaatlerde, tarikatlarda ve benzerlerinde geçerlidir. Meseleye bu yönden bakılınca Kur’ân ve Sünnet’e uyma, ashabın yolu ve izi üzere olma gibi hususlarda çok ciddi olan Ehl-i Sünnet’in yolu doğru ve müstakimdir. Ancak bu mezhebin içerisinde yer alan çok azınlıkta olan ve bir kısım yanlışlar yapıp, cemaat-i nuraniden ayrılanlar olabilir ki onların da yanlışları kendilerine aittir.

Özetle başlangıçtan itibaren Kur’ân, sünnet ve ashabın yolunu en doğru şekilde devam ettiren ana bünye Ehl-i Sünnet’tir ve asırlarca İslam’ın müdafii ve temsilcisi olmuştur. Çok geniş bir yelpazeye sahip olan Ehl-i Sünnet’in küçük meselelerle daraltılmaya çalışılması, bu mezhebi sadece gücük bir gruba inhisar etmeye kalkışılması da son derece yanlıştır.

İSLAM’IN EMRETTİĞİ UHUVVET

Prof. Dr. Sayın DALKIRAN

Bir önceki yazımızda müminlerin kardeş olduğundan söz ederek bu kardeşlik ruhunu zedeleyen her türlü söz, fiil ve eylemin Kur’ân ve Sünnet’te yasaklandığından söz etmiştik. Bu istikamette müminin mümine, kin ve adavette bulunamayacağından, bir birlerine haset edemeyeceklerine de temas etmiştik. Bu yazımızda da kardeşliği bozan bir kısım olumsuz durumların yanında kardeşliği pekiştiren unsurlardan bahsedeceğiz.

Kardeşliği tehlikeye atan konulardan biri de bir ya da birkaç kişinin işlediği bir suçun genelleştirilmesidir. Şüphesiz ki toptancı zihniyet her zaman kişileri hataya yöneltir. Bir şehir ahalisinin, ya da bir esnaf grubunun tamamının iyi ya da kötü olduklarını söylemek ne kadar da yanlıştır. Birkaç kötü örnekten yola çıkarak bütün bir şehir halkının kötü olduğuna hükmetmek çok ama çok yanlıştır ve zulümdür. Farklı ırk, renk ve cinsiyetle alakalı olarak da aynı şeyler söylenebilir. Bundan dolayıdır ki kötülük sadece o kötülüğü yapan kişiye ait olduğunu bilerek, asla onun suçsuz olan ana, baba, sülale ve milletine teşmil edilmemelidir. 

Konu ile alakalı Allahu Teala, Kur’an-ı Kerîm’inde şöyle buyurur: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”(En’âm Sûresi, 6:164.) Bu âyette bir kişide bir sıfat kötü ise diğer iyi bazı sıfatlarının da kötü olmasını gerektirmez. Hakeza medeni hukukta da suçların şahsiliği ilkesi gereği kişi ancak kendisinin işlediği fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilir, başkasının işlediği fillere iştirak etmedikçe sorumlu tutulamaz.Bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, diğermâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak son derece büyük bir zulümdür.Özellikle de bir mü’minin kötü bir sıfatından dolayı onadarılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına da düşmanlık etmek çok daha büyük bir zulümdür. Kur’ân işin bu yönüne dikkat çeker ve insanı büyük bir zalim olarak niteler. İlgili âyet şöyledir: “Muhakkak ki insan çok zalimdir.” (İbrahim Sûresi, 14:34) Madem Kur’ân-ı Hakîm böyle bir ikaz yapmaktadır, hakikat ve hikmetçe de mümin bir kardeşin sevilmeyen bir sıfatı yüzünden diğer sıfatlarını mahkum edercesine tenkit etmek, düşmanca tavır almak doğru değildir. Kişinin kendisini haklı muhalifini her daim haksız görmesi ve “Benim hakkım var” diyerek hep üste çıkmaya çalışması tek kelime ile zulümdür.

Müminler arasındaki düşmanlık ve kötü olan fenalıklar aslında, toprak gibi kesiftirler, katıdırlar. Bu yüzden başkasına bulaşmaması, geçmemesi ve yansımaması gerekir. Bir başkasının onu örnek alarak aynı ya da benzeri kötülüğü işlemesi ayrı bir durumdur. Tam tersi muhabbetin, sevginin nedenleri olan iyilikler, sevgi ve muhabbet gibi nurdur, bulaşır ve yansır. “Dostun dostu dosttur” atasözü bunun en güzel delilidir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü halkın dilinde dolaşır.

Nasıl ki bir müminin şahsi bir kusuru yüzünden ona düşmanlık doğru değildir aynı şekilde sevilmeyen bir adamın sevimli ve masum kardeşlerine ve akrabalarına düşmanlık beslemek de doğru değildir. 

Müminler arasındaki ayrılık, gayrılık, dışlama ve ötekileştirme bir hastalıktır ve bunun tedavisi gerekir. Evet insanlık gereği, fıtrat icabı bazı anlaşmazlıklar olabilir ancak bunun tekfir noktasına getirilip, şiddete başvurulması asla doğru değildir. Gerçek kardeşliğin tahakkuku için yirmi ikinci mektupta yer alan olmazsa olmaz bir kısım prensiplerden söz edelim:

Birinci Prensip: Kişi mesleğini ve fikirlerini doğru bildiğivakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkı vardır. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkıyoktur. “Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise çirkinlikleri gösterir.” sırrınca, insafsız nazar ve düşkün fikir hakem olmamalı ve başkasının mesleğini batıl olmakla ile mahkûm etmemelidir.

İkinci Prensip: Müslümanın üzerine haktır ki, her söylediği hak olmalıdır. Fakat kişinin her hakkı söylemeye hakkı yoktur. Her dediği doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazan damara dokundurur, aksülâmel yapar.

Üçüncü Prensip: Düşmanlık yapmak istenirse, her şeyden önce kalpteki adâvete adâvet etmeli ve onun izalesine çalışılmalıdır. Hem en çok insana zarar veren nefse ve nefsin kötü istek arzularına düşmanlık etmeli ve ıslahına çalışılmalıdır. İnsandaki zararlı nefsin hatırı için mü’minlere düşmanlıktan kaçınılmalıdır. Eğer düşmanlık etmek istenilirse, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet etmelidir. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, düşmanlık daherşeyden evvel bizatihi kendisi adâvete lâyıktır.

Önemine binaen bu konuya diğer bir yazımızda devam edelim. Sonuç olarak bilelim ki müminler Allah ve Rasulütarafından kardeş ilan edilmiş ve kardeşliğe halel getirecek olan her türlü söz, fiil ve eylemden uzak durulması için gerekli uyarılarda bulunulmuştur. Her zamandan çok muhtaç olduğumuz birlik ve beraberliğimiz için uhuvvet ve kardeşliğimizi pekiştirecek olan gayreti göstermek hem dini hem de milli bir görevdir.

BİZİ BİR BİRİMİZE BAĞLAYAN NURANİ BAĞLAR

Prof. Dr. Sayın DALKIRAN

İnsanlık tarihi boyunca birlik ve beraberlik son derece önemli idi ve önemini de asla kaybetmeyecektir. Zira ailelerin, toplumların ve milletlerin huzur ve refah içinde yaşamaları birlik ve beraberliğe bağlıdır. Bir ve beraber olan milletler daima ileri gitmiş ve muzaffer olmuşlardır. Bir birleri ile uğraşanlar, eksik ve gedik arayanlar, kusur araştıranlar, kendilerinden başkasının düşüncelerine önem vermeyenler, sadece kendisinin ve bağlı bulunduğu ekolün doğru olduğu ve diğerlerinin ise yanlış ve batıl olduğunu düşünen toplumlar ise sürekli bir karğaşa, anarşi ve huzursuzluk içindedirler.

Belirli noktada bütün insanlar Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ümmetidirler. Bunların bir kısmı ümmet-i icabe bir kısmı da ümmet-i davettir. Hz. Peygamber’e ve onun davetine icabet edenlere Müslüman denilir ve onlar getirilen daveti gönülden kabul etmiş, kalben inanmış ve dil ile ikrar etmişlerdir. Müslümanlar Hz. Peygamber’in davetine çağırılmaları nedeni ile gayr-i müslim olanlarla da bir kardeşlik bağı vardır. Ancak bu kardeşlik inançta, amelde ve beşeri münasebetlerde bir ve beraber oldukları Müslüman kardeşliği gibi değildir. Biz burada Müslümanlar arasındaki kardeşlikten ve onları bir birlerine rapteden nurani rabıtalardan söz edeceğiz.

Şüphesiz ki, müminler arasındaki uhuvveti ve kardeşliği bozan nifak, ayrılık, kin ve düşmanlık din-i hak olan İslamiyet’çe yasaklanmıştır. Yasaklanan bu fiillere neden olan tarafgirlik, inat ve haset de şüphesiz ki men edilen hususlardan bazılarıdır. İslam’da hedefin ne kadar doğru olması icap ediyor ise ona götüren yolların da meşru, doğru ve helal olması gerekir. Mesela cami gibi bir hayrı yapmak iyidir, böylesi bir hedef güzeldir ancak haram para ile yapılmaya çalışılması ise doğru değildir. Aynı şekilde yasak olan bir fiile götüren yollar da haramdır. Onun için denilebilir ki, nifak, ayrılık, kin ve düşmanlığa sebebiyet veren her türlü söz, eylem ve davranış da yasaktır.

Nifak, ayrılık, kin ve düşmanlığa neden olan inat ve haset hikmetçe, İslamiyetçe, şahsi, sosyal, manevi hayat açısından gerçekten çirkindir, zararlıdır ve insanlık için tam bir zehirdir. Onun için bu tür zararlı yoldan yılandan, akrepten kaçarcasına çekinmek gerekir. Hakikat şudur ki, mümine kin ve düşmanlık beslemek tam bir insafsızlıktır. Konuyla ilgili şöyle bir örnek verilebilir: Bir gemi ya da bir evde dokuz masum ile bir cani olsa bu gemi batırılabilir mi, yakılabilir mi? Hatta bir masum yanında dokuz cani olsa kanun u adaletle yine batırılamaz. Aynı şekilde ilahi bir gemi ve rabbani bir ev değerinde olan bir müminin vücudunda, iman, İslamiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, yirmi masum sıfat varken, zararlı ve hoşa gitmeye bir cani sıfat yüzünden ona kin ve düşmanlık beslemek asla doğru değildir. Zira hoşa gitmeyen bir sıfatı yüzünden mümin kardeşine kin ve adavet beslemek manevi vücudun yakılması ve batırılmasına teşebbüs ve arzu etmek büyük bir zulümdür.

Her şeyin belirli gayelere yönelik olarak manalı, faydalı ve tam yerli yerinde olması anlamında hikmet açısından konu değerlendirildiğinde de müminler arasındaki ayrılık kabul edilemez. Bilinmektedir ki düşmanlık ve muhabbet, nur ve zulmet, ışık ve aydınlık gibi zıttırlar ve aynı kalpte gerçek olarak bir ve beraber olamazlar. Sevgi, muhabbet bir kalpte hakiki bulunsa düşmanlık mecazi olarak yer alır ve acımak suretine dönüşür. Mümin diğer mümin kardeşini sever ve sevmelidir, fenalığına karşı sadece acır, merhamet eder. Zorla, baskıyla değil ancak iyilikle düzeltmeye çalışır. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber Efendimiz, üç günden fazla küslük olamayacağını ifade buyurur. (Buharî, Edeb: 57, 62; İsti’zân: 9; Müslim, Birr: 23, 25, 26) Eğer kalpte düşmanlık hakiki olarak bulunsa bu sefer de muhabbet mecazi olarak orada yer alır ve muhabbeti yapmacık ve dalkavukluk olur.

Müminin diğer bir mümin kardeşine gösterdiği kin ve düşmanlık son derece zulüm olduğunu şu örnekle daha iyi anlaşılabilir. Şüphesiz ki, pek çok şeyde olduğu gibi taşların değerlerinde de farklı bir durum vardır, biri diğerisine göre çok daha kıymetlidir. Bu münasebetle salat ve selam üzerine olsun Efendimiz ile alakalı şu güzel ve manalı dizeleri aktaralım:

Muhammedün beşer lâ ke’l-beşer

Bel hüve yakûd beyne’l-hacer

Mana olarak şöyledir: Hz. Muhammed (s.a.v) beşerdir; fakat diğer beşer gibi değildir. Belki o taşlar arasındaki yakut gibidir. Gerçi yakut da taştır, fakat diğer taşlar gibi değildir. 

Aslına bakarsak taş da toprak da, bitki de hayvan da, dağlar da nehirler ve denizler de mahlukiyet yani Allah’ın yaratması noktasında eşittirler. Her birini yoktan var edip yaratan, ona farklı özellikler veren Allah’tır. Ancak ortak paydamız ifade ettiğim gibi Allah’ın mahluku / yaratması oluşumuzdur. Bir mümin bu bakış açısıyla bütün mevcudatla, varlıklarla bir irtibat kurar. Zira Allah’ın mülkünde, Allah’ın mülkü olarak beraber bulunmaktadırlar. Diğer canlı ve cansızlarla irtibat kuran bir Mümin insanlarla hele hele diğer Mümin kardeşleri ile çok daha samimi ilişkiler içerisinde bulunacaktır. Onlara asla tepeden bakmayacak, küçümsemeyecek, kusurunu görse acıyıp, şefkat edecek, kin ve düşmanlık beslemeyecektir.

Bir mümin asla sapla samanı bir birine karıştırmaz ve karıştırmamalıdır. Mesela adi bir taşı Kâbe’nin taşlarından daha değerli ve Uhut Dağı’ndan daha büyük göremez. Eğer görürse gerçekten akılsızlık eder. Taş taştır, maden madendir, kıymetçe değerleri birdir denilemez. Kömür ile elmas nasıl ki ikisi de maden olmasına rağmen değerce bir birlerinden daha üstündürler aynı şekilde Kâbe taşı da diğer taşlardan daha önemlidir. Evet, Kâbe hürmetinde olan îman ve Uhut Dağı azametinde olan İslâmiyet gibi pek çok İslâmî vasıf diğer Mümin kardeşine muhabbeti, sevgiyi, bir ve beraber olmayı gerektirmektedir. Müminlerde bulunan cüzi, küçük bir kısım hatalar ise adi taşlar gibidirler. Ondan dolayıdır ki mümin mümin kardeşinde bulunan adi taşlar hükmündeki kusurlar yüzünden, onda bulunan İman ve İslamiyet gibi değerleri görmezden gelemez ve gelmemelidir. Aksi taktirde gerçekten büyük bir haksızlık yapılmış ve zulmedilmiş olur.

Bilinmektedir ki imandaki birlik kalplerdeki birliği gerekli kılar. İtikattaki birlik de sosyal hayattaki birliği iktiza eder. Sosyal hayat içerisinde, farklı birlikteliklerimiz ve irtibat noktalarımız vardır. Mesela aynı ilde, aynı tabur ve bölükte askerlik yapmış olmakla asker arkadaşlığı tesis edilir. Bu arkadaşlık hele hele bizim toplumumuzda ölünceye kadar hatıralarla yad edilir. Başımızdaki komutan ve diğer arkadaşlar akla gelmekle sohbetler koyulaşır. Meseleye bu örnek ile bakılacak olursa imanın verdiği nur ve şuur ile ve bu nur ve şuurun gösterdiği ve bildirdiği Allah’ın güzel isimleri sayısınca birlik ve beraberlik irtibatları ve kardeşlik münasebetleri bulunmaktadır. 

Her bir müminin Hâlıkları / Yaratıcıları bir, Mâlikleri / Sâhipleri bir, Râzıkları / Rızık verenleri bir. Binlerce birlik rabıtaları vardır.

Yine her bir müminin Peygamberi bir, dini bir kıblesi bir. Yüzlerce birlikler.

Bütün bunlara ilave olarak köyleri bir, devletleri bir, vatanları bir. Onlarca birlikler.

Evet. Bütün bunlar vahdeti, birliği, beraberliği, ittifakı, muhabbeti, sevgiyi ve kardeşliği gerekli kılan büyük büyük küreleri, yıldızları bir birlerine bağlayabilecek manevi zincirler kıymetindedir. Buna rağmen ayrılık, nifak, kin ve düşmanlığa sebebiyet veren örümcek ağı gibi önemsiz ve devamsız şeyleri tercihle mümine karşı hakiki düşmanlık etmek ve kin bağlamak söz konusu edilen birlik rabıtalarına bir hürmetsizlik ve zulüm olur.

Sonuç olarak bilelim ki mümin gerçek anlamda bir diğer mümin kardeşine kin gütmez, düşmanlık etmez, ona buğzetmez. Zira müminin kalbi Rahman’ın arşıdır. Bu arşta Allah’ın mümin kullarına asla kötülük bulunmaz ve bulunmamalıdır.

1 yorum

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*