Mümine kardeşine karşı kin, adavet ve hasetten uzak durmak

Bir önceki yazımızda mümin kardeşine karşı bir Müslümanın kin tutması, ona düşmanlıkta bulunmasının ne derece yanlış olduğundan söz etmiş ve bu konuda farklı üç prensipten söz etmiştik. Bu yazımızda da bir kısım prensiplerle konuyu pekiştirmek istiyoruz. Ondan da önce müminleri kardeş ilan eden Allah’ın şu âyetlerini verelim: “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan Sûresi, 25:72); “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Teğabün Sûresi, 64:14).

İnsanların ve bütün mevcudatın Rabbi olan Allah müminlerden sözde bir kardeşlik değil, özde bir kardeşlik istemektedir. Bu kardeşlik sadece karşılıklı bir menfaat olduğunda değil, yalnızca iyi günde değil, karşıdaki mümin kardeşi kendisine karşı yanlış yapsa da, kusur işlese de hatta bir takım galiz ifadelerde bulunsa da devam edecektir. Zira iki mümini bağlayan bağlar küreleri bir birine bağlayabilecek nitelikte sağlam nurani bağlar olup, onun karşısında yapılan yanlışlar ve ayrılık noktaları örümcek ağı gibi son derece zayıftır. Bu itibarla yanlış yapanlara düşmanlık değil, sadece acımak ve onların ıslahına çalışmak gerekir. İnsanın tabiatı gereği kişi hasmını mağlûp etmek isterse, fenalığına karşı iyilikle mukabele etmelidir. Zira, eğer kötülüğüne kötülükle karşılık verilir ise, husumet iyice artar. Görünüş itibariyle mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar ve düşmanlığı devam eder. Eğer iyilikle mukabele edilirse, karşıdaki pişman olur ve sonuçta dost olur.

Müminin bir özelliği de kerîm olmaktır. Genel yapı olarak insan da ihsanın kölesi olunca, yapılan ihsan ile karşıdaki kişinin kalbi fethedilmiş olur. Görünüşte kötü bile olsa iman yönüyle kerimdir. Halkın arasında yaygın olan şu söz gerçekten çok önemlidir: “Fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vaki olur.”

Kalbinde kin ve düşmanlık taşıyan kimse aslında karşıdaki şahıstan ziyade, başta kendi kendisine kötülük yapar. En çok rahatsızlığı da iç aleminde, aklında, kalbinde ve ruhunda hisseder. Bu durum devam ettiği sürece bu rahatsızlığı bedeni hastalığa da yol açar. Zira maddi hastalıkların pek çoğu insanın ruh, kalp ve aklının rahatsızlığından kaynaklanmaktadır. Mesela çok yaşanan bir durumdur ki, kişi bir konuda canı sıkılsa, sinirleri bozulsa, aklını bir şeylere taksa hemen peşinden midesinde yanmalar, ekşimeler ve ağrılar belirir. Hekim olmadığım için tıbben konuyu teferruatı ile izah edemem, ancak bunu şahsi tecrübelerim ve etrafımdaki insanlardan yaptığı gözlemlerim doğruluyor.

Kişi düşmanlık beslediği bir kimsede farklı nimetler gördüğünde iç aleminde kıskançlık elemi çeker ve böylece kendi kendine zulmeder. Bilinmektedir ki haset, başkasının sahip olduğu maddî veya mânevî imkânların kendisine intikal etmesi veya kıskanılan kişinin bu imkânlardan mahrum kalması yönündeki istek ve niyeti ifade eder. Kişinin düşmanlığı eğer bu anlamdaki hasetten kaynaklı ise bu bütün bütün kendisine azaptır. Zira haset öncelikle haset etmekte olan kişiyi ezer, mahveder ve yakar. Bu arada haset edilen kişi bütün bunlardan uzak herhangi bir zarar görmez ya da çok az etkilenir. Asıl zarar haset eden kişide görülür. Hz. Peygamber (s.a.v.) şu hadisi ile hasedin kişiye ne kadar zarar verdiğini gösterir: “Haset etmekten sakının. Zira, ateşin odunu (veya otları) yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 44).

Madem haset bir mümin için bu kadar zararlı bir şeydir, öyle ise ondan kurtulmanın çarelerini aramak gerekir. Bunun çaresi şudur: Haset eden kişi bilmelidir ve düşünmelidir ki, hasette bulunduğu dünyevi şeyler sonuçta ister güzellik olsun, ister makam ve mevki olsun, ister mal, mülk ve servet olsun hepsi fanidirler ve yok olacaklardır. Uhrevi konularda ise asla haset olamaz ve olmamalıdır. Kişi uhrevi hususlarda da hasette bulunuyor ise kişi ya kendisi riyakardır ahiret malını dünyada iken mahvetmek ister. Veya karşısındakini riyakar zanneder, haksızlık eder ve zulmeder. Haset eden kişi haset ettiği kişinin başına gelen musibetlerden memnun olduğu gibi elde ettiği nimetlerden de mahzun olur. Hatta o noktaya gelir ki düşman olduğu kişiye gelen nimetlerden dolayı kader ve rahmet-i ilahiyyeye küser. Adeta kaderi tenkit ve rahmete de itiraz eder. Halbuki kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Bir gün düşmanlığa değmeyen bir şeye bir sene kin tutmayı ve düşmanlık etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar? Durum böyle olmakla birlikte ilk olarak kişi mümin kardeşinden kendisine gelen bir kötülüğü bütünüyle ona vermek yerine kaderin de bir hissesinin olduğunu düşünmelidir. İşin içinde kader olunca tabii ki kadere de rıza gerekir ve böylece rahatlar. Düşmanlık sona erer, ya da en azından son derece hafifler. İkinci olarak da adavette bulunulan mümin için nefis ve şeytanın paylarını da düşünerek, düşmanlık yerine ona acımalı ve onun da pişman olacağını ümitle beklemelidir. Üçüncü bir şey de kişi nefsinde görmediği ve görmek istemediği kusurlarını görmeli ve bir hisse de ona vermelidir. Bütün bunlar yerine getirildikten sonra düşmanlık namına az bir şey kalır ki onu da hasmı affetmekle tamamen bitirir. Böylece hem karşıdakine hem de kendi nefsine zulmetmekten kurtulur.  Aksi takdirde sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi beş paraya değmeyen fani, geçici ve önemsiz dünya işlerini sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi müthiş bir hırsla ve bitmeyen bir kinle ve düşmanlıkla karşılık vermek tam bir zulümdür, sarhoşluktur ve divaneliktir.

Eğer kişi kendisini severse ki sever öyle ise şahsi hayatına bu kadar zararlı olan düşmanlık ve intikam düşüncesine kalbinde yer vermemelidir. Ola ki kalbine istemeden girmiş ise onun sözünü dinlememelidir. Konuyla alakalı şair Hafız-ı Şirazî şöyle der: “Dünya öyle değerli bir şey değildir ki üzerinde kavgaya değsin.” Çünkü dünya fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın küçük işlerinin ne kadar önemsiz olduğu anlaşılır. Aynı şair bir başka sözünde Hafız-ı Şirazî şöyle demiştir: “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.” Hafız’ın bu sözü gerçekten son derece isabetlidir ve genel anlamda insanların mutluluğu da buna bağlıdır.

Sonuç olarak kişi kendisini sever ve kıymet verirse diğer mümin kardeşine karşı daha müsamahalı olmalı, en küçük bir hatasından dolayı onu hayatından silmemeli, kalbinde düşmanlık, kin ve hasede yer vermemelidir. Tersi olduğunda karşısındaki kişiden çok kendisi kalben, ruhen çok daha zarar çekeceği, bunların sonrasında da bedeni bir kısım hastalıklara da tutulabileceği asla akıldan çıkarmamalıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir